Son yıllarda Türkiye'de gelir dağılımı adaletsizliği, hayatın her alanında kendini daha fazla hissettirmeye başladı. Resmî verilerle bakıldığında, asgari ücretin 22 bin 104 TL, ortalama bir memur maaşının ise yaklaşık 49 bin TL olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Ancak, bu rakamların kağıt üzerinde ifade ettikleriyle vatandaşın mutfağındaki, cüzdanındaki karşılığı arasında uçurum büyüyor. Zira bu gelirlerin üzerine yığılan zorunlu harcamalar, sıradan bir ailenin ay sonunu getirmesini neredeyse imkânsız hâle getiriyor.
En düşük ev kiralarının dahi 25 bin TL ile 35 bin TL arasında değiştiği büyük şehirlerde, barınmak başlı başına lüks hâline gelmiş durumda. Kiraya ek olarak, elektrik ve doğalgaz faturaları her ay en az 3 bin TL’yi buluyor. Telefon, şebeke suyu ve internet gibi temel ihtiyaçlar için ise en az 1.500-2.000 TL daha bütçeden ayrılması gerekiyor. Apartman aidatlarının 1.500 TL’den başlaması da cabası. Kira ve fatura masraflarına bir de mutfak masraflarını eklediğimizde tablo daha da kararıyor. Semt pazarlarından en ucuz alışveriş yapılsa dahi bir ailenin ayda 8 ila 10 bin TL’yi bulması artık olağan kabul ediliyor.
Bu giderlerin toplamı, birçok çalışan için gelirini aşıyor ya da tüm gelirinin tamamını zaruri ihtiyaçlara harcamasına neden oluyor. Kredi kartları ve borçlanma, artık lüks tüketim değil, temel ihtiyaçların karşılanması için başvurulan bir yöntem hâline gelmiş durumda. Eğer bir de evde okul çağında çocuk varsa, eğitim masrafları, servis, kırtasiye ve okul kıyafetleri gibi ek kalemlerle bu mali yük daha da katlanıyor. Aracı olan bir vatandaşın durumu ise daha da ağır. Sigorta, kasko, bakım masrafları ve yakıt giderleri, aylık bütçeyi ciddi anlamda sarsıyor. Ayakkabı ya da mevsimlik kıyafet almak bile birçok aile için uzun vadeli plan gerektiren bir harcama hâline gelmiş durumda.
Peki bu yükün altından vatandaş nasıl kalkacak? Gelir dağılımı bu denli bozulmuşken, yüksek enflasyon karşısında sabit gelirli bireylerin alım gücü günden güne erirken, çözüm nerede aranmalı?
Öncelikle, adil bir gelir dağılımının sağlanması için ücret politikalarının gerçek yaşam koşullarına göre belirlenmesi şart. Asgari ücret, temel ihtiyaçları karşılayabilecek düzeyde olmalı; aynı zamanda maaş skalasında da orantılı bir artış sağlanmalı. Aksi hâlde asgari ücrette yapılan her artış, genel fiyat seviyesini yükselten ama yaşam standardını artırmayan bir kısır döngüye neden olur.
İkinci olarak, kira piyasasına düzen getirilmesi elzemdir. Özellikle büyükşehirlerde kiraların denetlenebilir, makul sınırlar içinde tutulması gerekir. Sosyal konut projeleri artırılarak dar gelirli vatandaşların barınma hakkı güvence altına alınmalıdır.
Enerji, su, ulaşım ve eğitim gibi temel ihtiyaçların devlet destekli olması, vatandaş üzerindeki mali baskıyı azaltacaktır. Kamu hizmetlerinin kalitesi artırılırken fiyatları da erişilebilir düzeyde tutulmalıdır. Ayrıca vergilendirme sistemi yeniden gözden geçirilmeli; dolaylı vergilerin ağırlığı azaltılmalı, yüksek gelirli kesimden alınan doğrudan vergilerin oranı artırılmalıdır.
Sonuç olarak, gelir dağılımındaki adaletsizliği düzeltmek ve hayat pahalılığının vatandaş üzerindeki yıkıcı etkilerini azaltmak, sadece ekonomik değil aynı zamanda sosyal bir zorunluluktur. Türkiye’nin geleceği için, daha adil, daha sürdürülebilir bir ekonomik yapı inşa etmekten başka çaremiz yok. Aksi takdirde, toplumun büyük bir kesimi geçim sıkıntısı içinde yaşamaya devam edecek ve bu dengesizlikler sosyal yapıyı da ciddi şekilde tehdit edecektir.