İç politikadaki gelişmeler dış politikayı ister istemez ikinci plana itiyor. Geçen hafta hem Türkiye’nin uluslararası alandaki durumu hem iktidarın tutumu açısından ilginç olaylar yaşandı.
Antalya Diplomasi Forumu’nun açılış konuşmasını yapan Erdoğan, Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiyesiz büyüyemeyeceğini vurguladı. Türkiye’nin Avrupa’nın savunma mimarisinde önemli rol üstlenebileceğini tekrarladı, devam etti:
“Tam üyelik sandalyemizi verin!”
Erdoğan’ın bu sözleri bizi ister istemez AKP iktidarının ilk yıllarına götürdü. AKP’nin özellikle uluslararası kabul görmesinde en önemli etkenlerden biri AB’ye tam üyeliği önceleyen, bunun için gerekli reformları yapmak üzere heyecanla iktidara gelmeyi isteyen bir fotoğraf vermesiydi. AB temsilcileri, AKP’yi bu bağlamda “reform hükümeti” olarak algılamıştı.
Bu algıda CHP’nin de AB’ye tam üyeliği desteklemesi, bunun için gerekli yasaların Meclis’ten çıkmasına evet demesi de etkendi.
Toplumun yüzde 70’i AB’ye tam üyeliği istiyor, önemli bir dilimi de bunun görünür gelecekte gerçekleşebileceğini düşünüyordu.
***
Ancak süreç öyle işlemedi. AKP, “AB istiyor” başlığı altında Türkiye’de partisinin iktidarını sağlamlaştıracak yasaları çıkardı. AB’den bu amaçla elde edebileceklerinin bittiğini görünce yolları ayırdı.
Konunun ayrıntıları, köşe yazısına sığmaz. Geçelim...
Erdoğan döndü dolaştı, ekonomiden siyasete bir nebze düzlüğe çıkmanın başlıca yolunun AB katında kabul görmek olduğunu anladı. Şimdi, AB’den tam üyelik sandalyesi istiyor! Bunu isterken de savunma mimarisini kalkan olarak kullanıyor.
Sturzgefahr bei Senioren: Für diese Uhr zahlt die Kasse!
Schnell und günstig absichern
Hausnotruf Heute
Bunun Türkçesi şu:
Sizin jandarmanız olalım, yeter ki ekonomide biraz rahatlayalım, iktidarımızı perçinleyelim!
Bu yorumun devamı şöyle de gelebilir:
Sandalye olmazsa tabure de olur!
Bunun arkasından “Ne kadar tabur, o kadar tabure” gibi bir kara mizah anlatımına girmeyelim. Ancak gerek Erdoğan’ın gerekse Hakan Fidan’ın son dönemde dile getirdikleri bu istem hiç de Türkiye’nin kuruluş değerleriyle örtüşen bir durum değil.
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Milletler Cemiyeti kurulduğunda dönemin egemen devletleri Türkiye’yi davet etmediler. Atatürk’ün çevresindekiler buna bozuldular, “Paşam biz de başvuralım” dediler. Atatürk’ün uluslararası meşruiyete verdiği önemi biliyorlardı. Atatürk, “Hayır” dedi, “Davet gelirse değerlendiririz”.
Yıllarca davet gelmedi. Atatürk de arada fırsat yaratıp “Bizi de alsanıza” demedi. 1 Temmuz 1932’de 29 üye ülkenin tamamının imzalı çağrısıyla Milletler Cemiyeti’ne davet edildi. Türkiye Cumhuriyeti bu daveti kabul etti, üye oldu.
***
Türkiye’nin uluslararası alandaki genel kabulünde hâlâ aslan payı kuruluş değerlerinindir, Mustafa Kemal Atatürk’ündür.
Geçen hafta Ankara’nın konuklarından biri Endonezya Cumhurbaşkanı Subianto idi. TBMM’de konuşma yaptı. Dedi ki:
“Türk tarihi bana ilham veriyor. Bizler için Türkiye, Osmanlı’nın devamıdır. Gençken idolüm, hayranlık duyduğum biri vardı. Benim kahramanım Mustafa Kemal Atatürk’tü. Fatih Sultan Mehmet de kahramanlarımdan biriydi. Cakarta’ya gelirseniz, evimde ve ofisimde Atatürk’ün heykeli var. Atatürk cesaretin temsilcisidir.”
TRT, bu konuşmanın sadece Osmanlı cümlesini yayımladı! Tam da AKP’nin siyasetini yansıtacak şekilde. Ancak ne yaparsanız yapın Atatürk yine karşınıza çıkıyor, dersini veriyor!
Erdoğan-Fidan Antalya’da dünya devleti olduk havası atarken tam karşısında Kıbrıs’ta Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan yeni açtıkları büyükelçilikte misafir ağırlıyordu.
KKTC’de değil...
Kıbrıs Rum kesiminde!