Türkiye son yıllarda sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi, toplumsal ve hukuki anlamda da derin bir krizden geçiyor. Enflasyonun hız kesmeden yükseldiği, alım gücünün her geçen gün düştüğü bir ekonomik tabloda; işsizlik, genç nüfus arasında umutsuzluğu artırırken, güven bunalımı da toplumun neredeyse tüm katmanlarında kendini hissettiriyor.
Ekonomik zorluklar elbette başlı başına ciddi bir sorun. Ancak Türkiye’de yaşananlar yalnızca ekonomik verilerle açıklanabilecek türden değil. Hukukun üstünlüğü, adaletin eşitliği, kamu kurumlarının tarafsızlığı gibi temel ilkelere duyulan güvenin sarsılması; toplumun zihinsel ve duygusal anlamda da bir çöküşe sürüklendiğini gösteriyor. Mahkemelerin bağımsızlığına duyulan güvenin ciddi şekilde zedelendiği, bireylerin “adalet herkese eşit mi uygulanıyor?” sorusunu sıkça sorduğu bir ortamda, toplumsal huzurun sağlanması mümkün olmuyor.
Özellikle siyaset kurumunun, kamu yönetiminin her noktasına fazlasıyla müdahil olması ve eğitim başta olmak üzere birçok alanda ideolojik bir yönelimin belirginleşmesi; Cumhuriyet değerlerine bağlı geniş bir kesimin kaygılarını derinleştiriyor. Laiklik, bilimsel eğitim, düşünce özgürlüğü gibi kazanımların erozyona uğratıldığına dair yaygın kanaat, yalnızca muhalefet seçmeninde değil, kararsız kitlelerde de karşılık buluyor.
Bu koşullar altında muhalefet cephesi, bir erken seçimin yaşanan kriz ortamından çıkış için en demokratik ve meşru yol olduğunu savunuyor. Halk iradesinin yeniden tecelli etmesi, siyasi temsilin güncellenmesi ve toplumun mevcut yönetime dair güven tazeleme ya da yön değiştirme hakkını kullanması gerektiği düşüncesi, muhalefet söylemlerinin merkezinde yer alıyor. Ancak iktidar cephesi, seçimlerin “zamanında yapılacağı” görüşünü savunarak mevcut yönetim sürecini devam ettirme yönünde kararlılık gösteriyor.
Burada dikkat çekici olan, seçim taleplerinin yalnızca bir iktidar değişikliği arzusunu yansıtmaktan çok, sistemin yeniden işlemesi yönündeki umutlara dayanıyor olması. Zira geniş bir kesim, seçimlerin ardından sadece siyasi aktörlerin değil; ekonomi politikalarının, hukuk sisteminin ve devlet yönetiminin de rayına gireceğine inanıyor. Bu inanç, son yıllarda sarsılan “toplumsal sözleşmenin” yeniden inşa edilmesine olan ihtiyacın açık bir göstergesi.
Türkiye’nin çıkmaz sokakta ilerlediğine dair değerlendirmeler, yalnızca eleştiriden ibaret değil. Her geçen gün daha fazla sayıda genç, geleceğini başka ülkelerde ararken, yatırımcılar da öngörülebilirlikten uzaklaşan ortamda risk almaktan kaçınıyor. Bu tablo içinde seçim; yalnızca bir iktidar değişimi fırsatı değil, aynı zamanda ekonomik güvenin yeniden inşası, hukukun üstünlüğüne dönüş ve toplumsal uzlaşmanın tesis edilmesi açısından önemli bir kırılma noktası olabilir.
Ancak seçimlerin gerçekten bir çözüm olması için, yalnızca sandıkların kurulması yetmez. Seçim sürecinin adil, şeffaf ve güvenilir biçimde yürütülmesi; halkın iradesinin eksiksiz biçimde yansıdığı bir ortamın sağlanması gerekir. Aksi takdirde, seçim sonuçları ne olursa olsun, toplumdaki güven bunalımı daha da derinleşebilir.
Sonuç olarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu çok katmanlı krizden çıkış için seçim önemli bir fırsat olabilir. Ancak bu fırsatın gerçek bir dönüşüm yaratabilmesi, seçim sonrası izlenecek yol haritasına, hukuk devleti ilkelerine bağlılığa ve kapsayıcı bir toplumsal uzlaşmaya bağlıdır. Halk, seçim sandığına yalnızca oy vermek için değil, geleceğine yön vermek için gitmelidir.