Armağan KULOĞLU


SÜREÇTE AMAÇTAN SAPMA BELİRTİLERİ

SÜREÇTE AMAÇTAN SAPMA BELİRTİLERİ


Türkiye’de terör konusu gündemden düşmüşken, Irak kuzeyindeki terör örgütü de kontrol altına alınmışken ani bir teşebbüsle başlatılan ve bir müddet için ismi de konulamayan süreç devam etmektedir. Sonradan “Terörsüz Türkiye” olarak adlandırılan konu, hiçbir pazarlık ve beklenti olmadan teröristlerin silahlarını bırakacakları ve örgütü bütün unsurlarıyla lağvedecekleri, çatışmasız ve huzurlu bir ortam oluşacağı şeklinde açıklanmıştır.

Terörist başından da örgütün bu söylenenleri gerçekleştirmesi için çağrı yapması, bölücü siyaset yapan siyasi partiden de bu konuda bölücü terörist başıyla temas kurması talebinde bulunulmuştur. Ancak devam eden süreçte, terörist başının, bölücü siyaset yapan, ayrıca bu konuyu dillendiren ve yöneten siyasetçilerin, medya ve bazı sivil toplum örgüt mensupları ve kanaat önderlerinin, ayrıca dış ülke temsilcileri ve mensuplarının beyanları, konunun böyle gelişmediğini, bölücülerin taleplerinin ön plana çıktığını ve bir pazarlık sürecine dönüşebileceğini göstermiştir.

Sürecin sadece bölücüler tarafından değil, dönüşüm beklentisinde olan iç ve dış mihraklarca da bir fırsat olarak görüldüğü ve kullanılmak istendiği düşünülmekte, devam eden ve amacından sapma emareleri gösteren bu süreçte, bugüne kadar olan gelişmelerden dikkat çeken birkaç konuya değinmekte fayda görülmektedir.

Bölücülerin ifadeleri ve beklentileri

“Terörsüz Türkiye” konusunda yapılan anketlerde sürece desteğin %70’e ulaştığı söylenmektedir. Aslında sorulan “terör mü, barış mı?” şeklindeki bir soruya herhalde başka türlü bir cevabın olamayacağı, hatta oranın düşük bile olduğu söylenebilir.

“Terörsüz Türkiye” sürecini benimsemeyenlere “terör taraftarı”, hatta daha ağır ifadelerle karşılık verilmesi ve “karşı taraf” olarak nitelendirilmesinin toplumda kutuplaşma potansiyeli oluşturduğuna dikkat edilmelidir.

Silahların bırakılması terör örgütlerinin lağvedilmesi sürecini yönlendirmek, gerçekleşmesi için alınması gerekecek karar ve tedbirleri oluşturmak için TBMM bünyesinde milletvekillerinden oluşan bir komisyon kurulmuş ve bu komisyona da “Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu” adı verilmiştir.

Komisyonda icra ve İstihbarattaki en üst düzey kamu görevlileri bilgi vermişlerdir. Oturumlar, alınan karar gereği kapalı olarak yapılmaktadır. TBMM’de, ifşa olmasında sakınca olan savaş hali, TSK’nın yurtdışına gönderilmesi kararı gibi ihtiyaç duyulan bazı güvenlik konularında kapalı oturumlara baş vurulduğu bilinmektedir. Ancak bölücü siyaset yapan, hatta terörle iltisaklı olduğu bilinenlerin dahi bilgi sahibi olduğu oturum ve görüşmelerin, kamuoyundan saklanmasının bazı şüpheler yaratabileceği de düşünülmelidir.

Hatta komisyona çağrılan bazı dernek ve mağdur konumundaki bazı kişilerin ve orada bulunan bazı siyasetçilerin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk Milleti’nin değerleriyle bağdaşmayacak veya sıkıntı yaratacak ifadelerde ve taleplerde bulunduğuna ilişkin haberlere rastlanmaktadır. Bunların doğru olup olmadığı bilinememektedir. Ancak oturumların kapalı olması şeffaflığı engellediğinden, bu şekilde spekülasyon, dedikodu ve komplo teorisi de oluşturabilecek bilgilerin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Bu nedenle, kapalılığın değil, şeffaflığın ön plana çıkarılmasının daha faydalı olabileceği değerlendirilmektedir.

Devam eden bu süreçte, politik hedeflerinde avantaj sağladığını hisseden bölücü siyaset yapan kişilerin, bugüne kadar çekinerek, hatta dolaylı yollardan dile getirdikleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını, bütünlüğü ve güvenliğini tehdit eden söylemlerini, kuruluş esaslarını, anayasanın başlangıç metnini, ilk dört maddesindeki nitelikleri, 66 ve 42. Maddelerindeki hükümleri değiştirmeye yönelik taleplerini fütursuzca ortaya koydukları ve toplumu rahatsız eden ifadelerde bulundukları görülmektedir.

Ayrıca dağdaki liderlerinin de bu süreci bir tehdit vasıtası olarak kullanma eğiliminde olduklarına ve bu cesaretle benzer taleplerde bulunduklarına şahit olunmaktadır.

Gerek komisyondaki gerekse diğer bilinen siyasetçiler ve dağdaki terörist liderleri, terörist başını önder ve baş müzakereci olarak nitelendirmekte, onu siyaset yapan siyasetçi olarak görmekte, bu nedenle birinci şart olarak serbest kalmasını talep etmekte, aksi hale sürecin tıkanacağını ima yoluyla hatırlatmaktadırlar.

Gelişmeler iç açıcı değil

-İçeride ve dışarıda birbirine paralel birçok gelişme olmaktadır. İçerideki bölücüler, konuyu “Kürt Sorunu” olarak görmekte ve süreci, olmayan bu sorunu çözmek için bir fırsat olarak nitelendirmektedir. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı ve etnik kökeni Kürt olan yurttaşımızın diğerlerinden hiçbir farkı yoktur. Anayasa Madde 10: “Herkes; dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu konularda herkes anayasal güvence altındadır.” demektedir. Herkes kanunlar önünde eşit olduğu gibi, imkanlar ve fırsatlar açısından da eşittir. Hiç kimse bunun aksini gösteremez.

-Ancak istenen, Kürtlerin, anayasal olarak farklı bir ırk olarak tanınması ve bu ırkın kollektif haklara sahip olmasıdır. Şimdi de bunu “demokratik entegrasyon” adıyla kıvırıp elde etme çabasındadırlar. Buna “Demokratik Toplum” ifadesini de alet etmektedirler. Terörün ancak böyle sonlanacağını, barışın sağlanacağını, sanki bu durumu terörle elde etmiş gibi, olmazsa yeniden terörün gelebileceğini demeye getirmektedirler. Tabii bunu yapanların; Kürtlerin temsilcisi olamayacağı, dış destekli ve Sevr sevdalısı mihraklara hizmet edenler olduğu, bizim, vatanına ve bayrağına bağlı Kürt kökenli veya başka hangi etnik kökene ait olursa olsun diğer tüm vatandaşlarımızla ilgisi olmadığı, böyle bir uygulamanın da bölünmenin ilk ayağı olacağı bilinmelidir.

-Türkiye Cumhuriyeti terörle mücadele etmiş, bedel ödeyerek ülkeyi böldürmemiştir. Terörle müzakere değil, mücadele edilir. Diz çöktürülür. Silahlarıyla birlikte teslim alınır. Adli mercilere sevk edilir. Yargılanır. Yargının vereceği kararlara göre hareket edilir. 40 bin kişinin katiline sayın/önder/baş müzakereci vs. denmez, terörist denir. Yaşanan süreçte, PKK terör örgütünün göstermelik değil, tam olarak silah bırakması ve faillerin yargıya sevk edilmesi gerekir. Elindeki silahları, PYD ve PJAK’a devretmesi, bir kısım teröristlerin de onlara katılması kabul edilemez. KCK’nın tüm unsurlarıyla ortadan kalkması sağlanmadıkça süreç sonuca ulaşmış sayılmaz.

-Teröristlerin ve temsilcilerinin, sanki mücadeleyi kazanmış, Türkiye Cumhuriyeti Devleti de şartları görüşmek için onlardan müzakere talep etmiş gibi davranmalarına imkân ve fırsat verilemez, olanlara göz yumulamaz.

-Barış, savaşanlar veya kavga edenler arasında yapılır. Türkiye Cumhuriyeti teröristlerle mücadele etmiş, etkinliği sağlamış ve ülkeyi böldürmemiştir. Terör örgütüyle barış yapmak diye bir şey söz konusu değildir.

Türkiye’de etnik kökenler arasında (çıkarmak için içerden ve dışarıdan çok uğraşılmışsa da) bir kavga yoktur. Bunları varmış gibi gösterip “barış” nidaları atmak, dümdüz aldatmacadır.

-Konunun mecrasından çıkarılarak bir dönüşüme doğru evrilmeye çalışıldığına dikkat edilmeli, bölücü siyaset yapan bir milletvekilinin, Suriye’de olanları anlamadığımızı söyleyerek, bölgedeki dönüşüme dikkat çektiği görmezden gelinmemelidir.

-SDG’nin silah bırakma çağrısına uyması ve “ya bırakacaklar ya da gömülecekler” derken, onun Şam yönetimiyle yaptığı anlaşmaya bağlı kalınmasına rıza gösterilmiştir. Ancak bu anlaşmaya da aldıkları cesaretle uymayacakları, özerk bir yapıda konumlarını sürdürecekleri anlaşılmıştır. Nitekim, bölge valisi gibi hareket eden ABD BE, gazetecilere yaptığı açıklamada, “Bir federasyon değil ama onun biraz altında, herkesin kendi bütünlüğünü, kendi kültürünü, kendi dilini korumasına izin veren ve İslamcılık tehdidi olmayan bir yapı düşünülmeli” diyerek bunun sinyalini vermiş, PYD Başkanlık Konseyi Üyesi Salih Müslim de Şam'ın 'ademi merkeziyetçiliği tanımaması' durumunda 'bağımsızlık talep etmek zorunda kalacaklarını' söyleyerek yapılmak isteneni açıkça ortaya koymuştur.

Ayrıca PYD/SDG’nin PKK’yla bir ilişkisi olmadığını, onların kendi müttefikleri olduğunu söylemesi, YPG lideri Mazlum Abdi’ye de sahip çıkarak ona güvence vermesi bu işin renginin açıkça ortaya çıktığını göstermiştir.

-Dışarıda devam eden diğer bir konu da İsrail’in tutumudur. Suriye’de SDG’yle ittifak halindedir. Dürzi bölgesinde de ayrı bir özerklik peşindedir. Bütünleştirilecek bir ittifakla Büyük İsrail projesinin Suriye ayağını oluşturmayı hedeflemektedir.

-Diğer taraftan Berlin’de, 07 Eylül 2025’de bir Kürt-Yahudi Kongresi yapılması planlanmıştır. Kongrede, ortak mücadele alanları belirlenmesi ve demokratik değerlerin güçlendirilmesi için yeni ittifaklar kurulması ve Türkiye, İran ve Arap ülkelerindeki Kürt ve Yahudi düşmanlığına karşı birlik olma durumu ele alınacaktır. Bu ülkelerden kaynaklanan İslamcı ve milliyetçi ideolojilerin artan etkisine karşı ortak mücadele yöntemlerinin görüşüleceği de söylenmektedir. Bu gelişmeler de takip edilmelidir.

-Hem iç siyasette hem de ABD BE tarafından ortaya atılan “Osmanlı millet sistemi” ve “Türk-Kürt-Arap” ittifakına ve “Türkiye’yi Irak ve Suriye Kürtleriyle genişletme” düşüncesine de ihtiyatla yaklaşılmalıdır. Bunun, Türkiye’yi büyütme hevesiyle küçültme tehlikesiyle karşı karşıya bırakılabileceği ve BOP’un hedeflerinden biri olduğu da dikkate alınmalıdır.

***

Bunlar sadece Ortadoğu coğrafyasının bütünün de değil, sadece içinde olduğumuz bir kısmında olan ve birbiriyle ilişkili olaylardır. Bu coğrafyanın diğer yerlerinde de ülkemizi yakından ilgilendiren hadiseler mevcuttur. Buna diğer yakın coğrafyamızdaki ve ilgi alanımızdaki konuları da eklersek, dış politika ve güvenlik konularında ne kadar çok yönlü davranmamızın, özellikle güvenlik ve beka konusunda birbiriyle bağlantılı birçok konuda hem içeride hem de dışarıda uyanık olmamızın gerekliliği ortaya çıkmaktadır