Türkiye’de bir şey yanlış anlaşılıyor. Üstelik hâkimler tarafından yanlış anlaşılıyor. Bir türlü “tedbir” uygulamasının ceza çektirmek için kullanılmasından vazgeçemiyoruz.
Bakın “tutuklama” kararları ceza değildir. En azından hukuka göre değildir.
Ceza, yargılama sonunda verilir; tutuklama ise istisnai bir koruma tedbiri olarak tanımlanır. Ancak son dönemde Türkiye’de yaşananlar, bu teorik ayrımın pratikte hızla eridiğini gösteriyor. Tutuklama artık “yargılamayı güvenceye alan bir önlem” olmaktan çok, yargılamanın kendisi haline gelmiş durumda.
Artık en baştan tutuklayarak cezalar veriliyor. Yargılama sonucunda beraat etmek ya da suçlu olmanın bir anlamı kalmadı.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 100. maddesi açık: Tutuklama bir ceza değil, istisnai bir tedbirdir. Uygulanabilmesi için iki temel şart aranır: kuvvetli suç şüphesini gösteren somut deliller ve kaçma ya da delilleri karartma tehlikesi.
Ancak bugün bu hükmün çoğu dosyada yalnızca karar metinlerinde kaldığını görüyoruz.
Örneklerle anlatayım. İstanbul’da Milli Eğitim Bakanlığı’nın mesleki eğitim zirvesi sırasında MESEM programını protesto eden 16 öğrencinin tutuklanması bunun çarpıcı bir örneği. Türkiye İşçi Partisi’ne göre bu program kapsamında bu yıl 85 çocuk hayatını kaybetti. Protestonun amacı da tam olarak bu ölümlere dikkat çekmekti.
Peki, bu 16 öğrenci ne yaptı? MESEM uygulamasında adeta köle gibi çalıştırılan çocukların ölümünü görünür kılmaya çalıştı. Avukatların aktardığına göre, hayatını kaybeden çocukları sembolize etmek için öğrenciler üzerlerine boya sürdü. Sivil giyimli kişilerin müdahalesiyle arbede yaşandı, boya halılara bulaştı. Bu durum “mala zarar verme” ve “görevi yaptırmamak için direnme” olarak kayda geçti.
You might be interested in the content abovesuperbahis093.com
Şiddet yok, vandalizm yok. Hakeza ifade özgürlüğüne, protesto hakkına göre bir yere kadar basın açıklaması dışında tepki bile haklıdır. Ama yumurta bile atmamışlar.
Fakat hepsi tutuklandı. Hâkimliğin kararında yine tanıdık ifadeler vardı: “kuvvetli suç şüphesi”, “ölçülü ve orantılı tutuklama”. Oysa savunmalarda; kaçma şüphesinin bulunmadığı, delilleri karartma ihtimalinin olmadığı, mala zarar verildiğine dair somut bir tespit bulunmadığı açıkça vurgulandı. Ceza muhakemesinin temel ilkelerine göre bu şartlar oluşmadan verilen tutuklama kararı artık tedbir değil, fiili cezalandırmadır.
Tutuklama “cezasında” sadece bu olay örnek değil. Gazeteci ve yazar Enver Aysever, YouTube kanalındaki ifadeleri nedeniyle “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçlamasıyla tutuklandı. Oysa Aysever’in sözleri sert ve polemikçi olsa da açık biçimde bir siyasi ideoloji eleştirisi niteliği taşıyordu.
İfade özgürlüğünün en geniş yorumlanması gereken alan tam da burası. Söylediği sözleri yurtdışına mı kaçıracak ne yapacaktı da tutuklandı! Bu noktada ister istemez şu soru ortaya çıkıyor:
Adalet kişiye göre değişir mi? Değişmemeli.
Ama pratiğe baktığımızda tablo farklıdır. Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan’ın “Laikliğin özgürlük olduğunu söyleyen ya salaktır ya asalak” ya da “Laikler beyinsizdir” şeklindeki ifadeleri ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilirken Enver Aysever’in sözleri neden tutuklama gerekçesi oluyor?
Eğer iki ifade de özgürlük alanında değerlendirilecekse ölçü neden yalnızca bir tarafa uygulanıyor?
Benzer bir çelişki gazeteci Osman Çaklı örneğinde de karşımıza çıkıyor. Çaklı, Okmeydanı’ndaki Şafak Hastanesi’ne yönelik saldırıyı aktarırken saldırıyı kimin gerçekleştirdiğinin soruşturma sonucu ortaya çıkarılması gerektiğini vurguladı. Buna rağmen “suçu ve suçluyu övme” ve “cumhurbaşkanına hakaret” iddialarıyla gözaltına alındı.
Kamuyu ilgilendiren bir olayın aktarılması, nasıl olur da suç kapsamına girer?
Gelişmiş demokrasilerde bir yere kadar hakaret bile ifade özgürlüğü sayılıyorken biz olayı aktarmayı bile suç sayıyoruz.
Gazeteciler Merdan Yanardağ ve Fatih Altaylı hâlâ cezaevinde. Dosyalar farklı, yöntem aynı: Yargılama öncesi özgürlüğün istisna değil, kural haline gelmesi.
Oysa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatları bu konuda nettir. AİHM’ye göre ifade özgürlüğü, yalnızca çoğunluğun hoşuna giden fikirleri değil; rahatsız eden, sarsan ve huzursuzluk yaratan görüşleri de kapsar. Demirtaş/ Türkiye kararında da açıkça belirtildiği gibi, tutuklama siyasi ya da caydırıcı bir araç haline geldiğinde bu durum açık bir hak ihlalidir.
Burada sorun hukuki olmaktan çok, felsefidir. Çünkü hukuk yalnızca normlardan ibaret değildir; aynı zamanda bir adalet vaadidir. Hukuk, itiraz edeni susturmak için kullanıldığında adalet üretmez, itaat üretir. Ve itaatin hâkim olduğu yerde özgürlük, yalnızca kâğıt üzerinde kalır.
Bu tutuklama kararlarının ardından şu soruları sormak zorundayız:
Tutuklanan öğrenciler mi tehlikelidir yoksa çocuk ölümlerinin konuşulması mı? Tutuklanan gazeteciler mi kamu düzenini bozmaktadır yoksa eleştirinin kendisi mi suç haline gelmiştir?
Tutuklamanın cezanın yerine geçtiği bir yerde, mahkeme salonları adaletin değil, suskunluğun inşa edildiği mekânlara dönüşür. Çünkü sanık zaten tutuklanacağını ve suçlu ilan edileceğini bilerek kendisini neden savunacak?
Ve bu artık yalnızca içeridekilerin değil, hepimizin meselesidir
