Uzun yıllardır ülkemizin en çok tartışılan konularından biri hiç kuşkusuz eğitim sistemimizdir. Zaman zaman büyük reformlar yapılmasına rağmen, uygulamada istenen verimin alınamadığı açıkça görülüyor. Adeta bir “duraklama devri” yaşıyoruz. Ancak umutsuz olmaya gerek yok; yeter ki doğru teşhis konulsun ve kararlılıkla adım atılsın. Çünkü bu milletin potansiyeli, gençliğinin enerjisi ve üretkenliği, yeniden silkelenip ayağa kalkmamız için en güçlü teminatımızdır.
Son yıllarda ülkemizin dört bir yanında üniversiteler açıldı. Bu, ilk bakışta gurur verici bir gelişme olarak görülebilir. Gençlerimizin yükseköğretime erişimi kolaylaştı, üniversite okumak artık bir ayrıcalık olmaktan çıktı. Ancak diğer yandan acı bir gerçeği de göz ardı edemeyiz: Mezun olan yüzbinlerce gencimize istihdam alanı oluşturamadıktan sonra, bu üniversitelerin varlığı ne kadar anlamlı olabilir?
Bugün pek çok üniversitemiz ne yazık ki tam donanımlı öğretim kadrosuna sahip değil. Laboratuvarları, teknik altyapıları eksik; bazı bölümler sadece tabelada var. Her yıl binlerce genç üniversiteden mezun oluyor ama kendi alanlarında iş bulamıyor. Diplomalar çoğu zaman bir kâğıt parçasına dönüşüyor. Üniversite mezunu gençlerimizden bir kısmı motosikletle kuryelik yapıyor, bir kısmı marketlerde asgari ücretle kasiyerlik yapıyor. Elbette her işin onuru vardır, ancak yıllarca emek verip üniversite bitiren gençlerin potansiyelini bu şekilde heba etmek, ülkemiz için büyük bir kayıptır.
Oysa Avrupa’da durum oldukça farklı. Öğrenciler ilkokuldan itibaren yeteneklerine göre yönlendiriliyor. Mesleki eğitimin değeri çok yüksek. Başarılı öğrenciler meslek okullarında eğitim alıyor, istedikleri takdirde daha sonra yükseköğrenime devam edebiliyorlar. Ancak çoğu, iyi bir mesleki donanım sayesinde zaten tatmin edici bir ücretle iş bulabiliyor. Çünkü üretim, sanayi ve hizmet sektörlerinde kalifiye eleman açığı azalmış durumda.
Bizde ise tam tersi bir tablo var. Ülkemizde sanayi kuruluşları, kalifiye eleman bulmakta büyük sıkıntı çekiyor. Herkesin hedefi masa başı işler ya da beyaz yakalı pozisyonlar olmuş durumda. Oysa üretim, kalkınmanın kalbidir. Eğer mesleki eğitime hak ettiği önemi verirsek, hem gençlerimiz istihdam edilir hem de sanayimiz güçlenir.
Bu noktada hem Milli Eğitim Bakanlığı’na hem de Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na büyük görev düşüyor. Eğitim politikalarının sadece teorik bilgiye değil, aynı zamanda pratiğe, üretime ve mesleki yeterliliğe odaklanması gerekiyor. Mesleki eğitim liseleri güçlendirilmeli, öğrenciler küçük yaşlardan itibaren ilgi ve yeteneklerine göre yönlendirilmeli. Sanayi kuruluşlarıyla işbirliği yapılarak “okul-işyeri entegrasyonu” sağlanmalı.
Ayrıca toplum olarak da “meslek sahibi olmanın” değerini yeniden hatırlamamız gerekiyor. Herkesin üniversite mezunu olması bir ülkeyi ileriye taşımaz; asıl kalkınma, üreten, beceriye dayalı iş gücüyle mümkündür. Bugün gelişmiş ülkelerin ortak noktası, üretime ve mesleki eğitime verdikleri önemdir.
Kriz dönemlerinde bile üretim gücü olan ülkeler ayakta kalabiliyor. Türkiye’nin genç ve dinamik nüfusu, bu anlamda en büyük avantajıdır. Yeter ki bu potansiyeli doğru yönlendirelim, gençlerimizi işsiz diplomalılar haline getirmek yerine üretimin, teknolojinin ve inovasyonun merkezine yerleştirelim.
Eğitim sistemimizde köklü bir dönüşüm şarttır. Artık sayıyı değil, niteliği konuşmanın zamanı geldi. Üniversite sayısını artırmak değil, mezunların istihdam edilebileceği alanlar yaratmak esas hedef olmalıdır. Eğitim politikalarımızı günümüzün ve geleceğin ihtiyaçlarına göre şekillendirdiğimizde, ülkemizin önünde hiçbir engel duramayacaktır.
Gelecek, mesleğini seven, işini iyi yapan, üretimin içinde yer alan gençlerle inşa edilecektir. Eğitim sistemimizi yeniden gözden geçirmenin tam zamanı.