Türkiye’nin güneyinde yaşanan gelişmeler, uzun süredir bölgesel dinamiklerin ötesinde, küresel güçlerin yönlendirdiği bir sürecin parçası olarak ilerliyor. Özellikle 2011 yılında Suriye’de başlayan iç karışıklıklar, ilk bakışta “Arap Baharı”nın bir uzantısı gibi sunulsa da, zaman içinde bunun çok daha kapsamlı ve planlı bir projenin parçası olduğu açıkça görülmüştür.
Suriye’deki kriz, büyük ölçüde ABD öncülüğünde kurgulanan ve birçok Avrupa ülkesi tarafından da desteklenen bir plan çerçevesinde derinleştirilmiştir. Bu planın temel hedefi; Suriye devletinin tasfiye edilmesi, ülkenin etnik ve mezhepsel fay hatları üzerinden bölünmesi ve nihayetinde bölgedeki bazı devletlerin sınırlarının yeniden şekillendirilmesidir. Bu süreçte Suriye, bilinçli olarak içinden çıkılması zor bir kaosa sürüklenmiştir.
Krizin ilk yıllarında, “ılımlı muhalefet” adı altında çeşitli ülkelerden toplanan silahlı unsurlar, kamuoyunda “Eğit-Donat Projesi” olarak bilinen programlarla desteklenmiştir. Gerçekte ise bu grupların önemli bir kısmı paralı militanlardan oluşmuş, sahadaki çatışmalar daha da körüklenmiştir. Aynı dönemde, Suriye kaynaklı olduğu iddia edilen ancak gerçeği yansıtmayan birçok haber, Londra ve Paris merkezli medya kuruluşları aracılığıyla dünya kamuoyuna servis edilmiştir. Böylece hem askeri hem de psikolojik bir savaş yürütülmüştür.
Bu karmaşık ortamdan en fazla fayda sağlayan yapılardan biri, ABD’nin açık askeri ve lojistik desteğini alan PKK’nın Suriye uzantıları olmuştur. PYD, YPG ve benzeri isimler altında faaliyet gösteren bu yapılar, DEAŞ bahanesiyle ABD’den ağır silahlar ve askeri eğitim almış, zamanla Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda geniş alanları kontrol eder hale gelmiştir. Oysa bu bölgeler, tarihsel, etnik ve demografik olarak son derece hassas bir yapıya sahiptir.
Söz konusu süreçte, İsrail’in de ABD ile paralel hareket ettiği ve bölgenin yeniden dizayn edilmesini stratejik bir fırsat olarak gördüğü yönünde ciddi iddialar bulunmaktadır. Irak’ın işgalinden sonra fiilen üçe bölünmesi nasıl bir sonuç doğurduysa, benzer bir senaryonun Suriye için de devreye sokulmak istendiği anlaşılmaktadır. Nihai hedefin ise Irak’ın kuzeyindeki yapı ile Suriye’nin kuzeyindeki PKK kontrolündeki bölgelerin birleştirilmesi olduğu yönündeki değerlendirmeler giderek güç kazanmaktadır. Böyle bir oluşumun, ABD ve İsrail açısından bölgedeki kalıcı bir ileri karakol işlevi göreceği açıktır.
Son dönemde ortaya çıkan yeni gelişmeler ise bu tabloyu daha da düşündürücü hale getirmektedir. Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğu kesimlerinde Ermeni kökenli grupların siyasi parti kurma girişimlerinde bulunduğu, farklı ülkelerde yaşayan Ermeni kökenlilerin bu bölgelere yönlendirildiği yönünde bilgiler kamuoyuna yansımaktadır. Bu adımların, bölgenin demografik yapısını değiştirmeye yönelik uzun vadeli bir stratejinin parçası olup olmadığı ciddi şekilde sorgulanmalıdır.
Tüm bu gelişmeler bir arada değerlendirildiğinde, Türkiye’nin güney sınırlarının hemen ötesinde giderek derinleşen bir belirsizlik ve istikrarsızlık ortamı oluştuğu görülmektedir. Bu durum yalnızca Suriye’nin iç meselesi olarak ele alınamaz. Aksine, Türkiye’nin ulusal güvenliğini, toprak bütünlüğünü ve bölgesel rolünü doğrudan ilgilendiren çok boyutlu bir süreçten söz ediyoruz.
Bugün yaşananlar, anlık gelişmeler değil; uzun yıllara yayılan planların sahaya yansımasıdır. Bu nedenle meseleye günlük siyasi tartışmaların ötesinde, soğukkanlı, stratejik ve tarihsel bir perspektifle yaklaşmak zorundayız. Türkiye’nin güneyinde şekillenen bu tabloyu doğru okumak, gelecekte karşılaşılabilecek riskleri önceden görmek açısından hayati önem taşımaktadır.