Son yıllarda Türkiye’de sağlık ve gıda güvenliği konusunda yaşanan olaylar, toplumun endişesini giderek artırıyor. Her gün basına yansıyan haberler, yalnızca dış ticaretimizi değil, halk sağlığını da tehdit eden ciddi sorunlara işaret ediyor. Bulgaristan’ın Türkiye’den giden sebze ve meyvelerde sağlığa aykırı kimyasal kalıntılar tespit ettiğini duyurması ve bu ürünleri ülkeye sokmaması; benzer şekilde Rusya’nın tonlarca domates ve salatalığı “sağlığa zararlı” bularak geri göndermesi, artık sıradan haber başlıkları hâline geldi. Ancak halkımız açısından asıl endişe verici soru şu: Geri çevrilen bu ürünler iç piyasada tüketiliyor mu?
Bu sorunun cevabı netleşmedikçe insanlarımızın kafasındaki kuşkular büyüyor. Ne yazık ki, gıda güvenliği konusunda gerekli denetimlerin ne ölçüde yapıldığı, hangi ürünlerin risk taşıdığı ve tüketicinin nasıl korunacağı noktasında hâlâ şeffaflıktan uzak bir tabloyla karşı karşıyayız.
Geçmişte zaman zaman duyduğumuz zehirlenme vakaları maalesef yeniden gündemimize oturdu. Almanya’dan bir haftalık izinle memleketine dönen Böcek ailesinden dört kişinin zehirlenerek hayatını kaybetmesi, dikkatleri tekrar ülkemizdeki ilkel koşullarda yürütülen sağlık ve hijyen uygulamalarına çevirdi. Olayın ayrıntıları acıları daha da derinden hissettirirken, yıllardır ertelenen denetim eksikliklerinin nelere yol açabileceğini bir kez daha gözler önüne serdi.
Bugün Türkiye’de ilaçlama firmaları hızla açılıyor ancak çoğunun kurucuları ve çalışanları gerekli eğitime sahip değil. Halk sağlığıyla doğrudan temas eden böyle bir alanda eğitimsiz personelin faaliyet göstermesi başlı başına bir risk. Benzer şekilde sokaklarda satılan çörek, börek, poğaça ve diğer ürünlerin hijyen kurallarından uzak biçimde sunulması; satıcıların uygun olmayan kıyafetlerle ve koruyucu önlem almadan çalışması, her gün binlerce insanı tehlikeyle karşı karşıya bırakıyor.
Sokak simidi, yıllardır kültürümüzün bir parçası. Ancak açık sepetlerde taşınması, üzeri kapatılmadan satılması, satıcının eldivensiz olması hem sıcak havalarda hem de yoğun şehir trafiğinde ciddi sağlık sorunlarına kapı aralıyor. Ürünün taşındığı sepetten tutun da simidi satan kişinin kişisel hijyenine kadar pek çok faktör, tüketici için risk oluşturuyor.
Fırınlarda, pastanelerde ve restoranlarda da durum çok farklı değil. Bu işletmelerde çalışan personelin büyük bölümünün gastronomi eğitimi yok. Oysa gıda sektöründe çalışan herkesin temel hijyen kuralları, doğru saklama yöntemleri, çapraz bulaşma tehlikesi ve gıda zehirlenmesi riskleri hakkında bilgi sahibi olması şart. Bu bilinç eksikliği nedeniyle yapılan hatalar, zincirleme şekilde halk sağlığına zarar veriyor.
Bugün Türkiye’de hâlâ “hijyen eğitimi” ile “gıda eğitimi” arasındaki farkı bilmeyen binlerce işletme bulunuyor. Denetimlerin düzensiz olması, yaptırımların caydırıcı olmaması ve işletmelerin eğitim yatırımlarına önem vermemesi, mevcut sorunların derinleşmesine zemin hazırlıyor.
Oysa çözüm aslında çok uzak değil. Sağlık Bakanlığı ile yerel belediyeler bu konuda ortak ve kararlı bir politika yürütmek zorunda. Gıda üretim ve satış alanlarında standartların yükseltilmesi, sokak satıcılarının kayıt altına alınması, eğitim ve sertifika zorunluluklarının sıkı şekilde uygulanması gerekiyor. Belediyelerin yalnızca ruhsat vermekle değil, etkin denetim mekanizmaları kurmakla da sorumluluğu bulunuyor.
Aksi takdirde, bugün yaşadığımız acı olaylar ne yazık ki yarın da devam edecek. Geri çevrilen ürünlerin akıbeti belirsiz kalacak, sokaklarda hijyen dışı koşullarda satılan yiyecekler on binlerce insanı etkilemeye devam edecek, eğitimsiz personelin kontrolündeki firmalar yeni sağlık sorunlarına davetiye çıkaracak.
Sağlık, bir ülkenin en temel konusudur. Eğer bu temeli sağlam atamazsak, tüm toplumsal yapıyı tehlikeye atmış oluruz. Artık görmezden gelme dönemi bitmiştir. Türkiye, halk sağlığı konusunda sınıfta kalmak istemiyorsa, bugünden yarına ciddi önlemler almak zorundadır.